Sayfalar

30 Ocak 2013 Çarşamba

Galatasaray !



    

    "...Çıkan yangında, binanın büyük bir kısmının hasar aldığı, bir çok nadide el yazması eserin kullanılamaz hale geldiği ve binanın çatısının çökmek üzere olduğu söyleniyor."

     22 Ocak gecesi herkesin konuştuğu sözler bunlardı. Bir tarih ve kültür hazinesinin yok olduğu, artık onarılamayacak hale geldiği, yerine en kısa zamanda lüks bir otel ya da AVM insaş edileceği söyleniyordu. Bundan önceki tarihi bina yangınlarında da böyle olmuştu nitekim. Hemen bir ihale açılıp birilerine peşkeş çekilmişti güzelim İstanbul'un gözde yerleri.

     Ama bu sefer öyle olmadı. Gerek Galatasaraylılar, gerekse Fransa bayrakları üzerinden çirkinleşmeyen gözlerini fanatizm hırsı bürümemiş insanlar, ülkemizin bu tarih ve kültür mirasına sahip çıktılar. Kulübümüzden bugün yapılan açıklamaya göre, toplanan bağışlar bir haftada 1 Milyon Türk Lirası'nı geçti.

     Hala bağış yapmak için imkanımız var: Galatasaray

     O akşam da söylemiştik aslında ama, yine hatırlayalım...

     "...Galatasaray Üniversitesi'nde çıkan yangınla bina kullanılamaz hale gelmiş olsa da, orada üretilen fikirler yok olmaz."

    
      " ... Çıkan yangın, bir binayı yok etse de, yüzyıllardır oluşan kültür birikimini yok edemez. Galatasaray Üniversitesi, ülkemizin bağımsız ve aydınlık yüzü olmaya devam edecektir."

    
      " ...Elimizden gelenin fazlasını yapacağız, Galatasaray kültürünü yaşatacağız ! "

19 Ocak 2013 Cumartesi

Galatasaraylı Olmak



     Öyle bir anda başlar. Sen bile anlamazsın. Mahalle maçlarının oynandığı son dönemlerde büyük amcaların ya da abilerin “Gel x takımlı ol" cümlelerine babanın verdiği "Oğlum üzülmek istemiyorsan Galatasaraylı olacaksın" cevabına kanarsın belki de. Sonra "Ben Galatasaraylıyım" demeye başlarsın inceden. Biraz da uzaktan severek... Taa ki ilk maça kadar... O yeşilin üzerinde sarı-kırmızıyı gördüğünde anlarsın, kalbin nasıl atıyor heyecandan. Çocuk halinle bildiğin kadar bağırırsın tezahüratları, ne kadar oluyorsa işte... Hagi, tacı rakip topçunun ayağına çarptırır çaktırmadan, mest olursun. Kapalıya bakarsın, daha “Kapalı”nın ne olduğunu bilmeden. Sonra goller gelir: Kral atmıştır hepsini. İlk maçta ilk galibiyet. Daha ne olsun... Ertesi gün ses kısık şekilde okula gidersin. Onun bile bir zevki vardır. Arkadaşlarına anlatırsın "Olm hakan önümüzdeki kaleye attı golü. Bizim tribünü gösterdi." Sonra arkası gelir maçların. Her hafta "Hadi baba Sami Yen’e dersin." Adamcağız işçi maaşıyla oğlunun ilk sevgilisiyle kavuşmalarına yardımcı olur bir nevi, elden geldiğince. Her hafta her hafta derken forma alınmış, yüz göz sarı-kırmızıya boyanmış hale gelirsin. Çoğunlukla eski açıkta bulursun kendini, bazen de yeni açıkta. Yeter ki gidilsin maça, özlem bitsin diye düşünürsün. Kimi zaman yeni açık önünde polis copundan kaçarsın, elinden baban tutmuştur. Kimi zaman şampiyonluğa giderken Marcio asmıştır 90’a tam da 90’da yarım voleyi. Yine babana sarılmışsındır gözlerin yaşlı. Çünkü bu sevgi ondan yadigardır sana. Şu sevgisiz dünyada baban sayesinde sevmişsindir birini: Adı Galatasaray’dır…


     Sonra yollar girmiştir araya. Özlem vardır deli gibi. Gidemezsin ya olmaz bazen… Olmaz işte… Sonra tekrar başlarsın. Cebinde üç kuruş parayla gidersin deplasmana bazen. Ama o sevgi ısıtır içini, karnını da doyurur. Yeter ki göreyim sarı-kırmızıyı dersin. Derslerini, arkadaşlarını, hayatını ona göre programlarsın. Girmediğin sınavlar, gidemediğin arkadaş doğum günleri hep bir şeyler kaybettirir sana. Kazancın ise sadece üç puan değil, daha fazlasıdır.


     Hep kazanmak da olmaz zaten. Bir yerde işin doğasına aykırı. Babanın söylediği “üzülmek istemiyorsan Galatasaraylı olacaksın” lafı kimi zaman gerçekleşmez. Ama öyle olsa bile kaybedince de bir şeyler eksilmez sevginden. Aksine daha da katlanır. Önünü alamazsın. Çünkü kaybederken sevmek daha zor ama daha güzeldir. Vefadır. Sahiplenmedir. Aslında bir yerde kaybetmek de tuzu biberidir bu işin. Üzülürsün elbet ama çok düşmezsin üzerine. Geçmişini gözden geçirdiğinde anlarsın. Hayatındaki en büyük mutlulukları yaşatan Galatasaray’dır.

8 Ocak 2013 Salı

TRİBÜN: KALE ARKASI BLOK: A BLOK SIRA:5 KOLTUK: 34 KAPI: K4/K5



     "Beyfendi, koltuğuma oturmuşsunuz sanırım, kalkarmısınız ? Yoksa güvenlik görevlilerini çağıracağım..."

     Birkaç sene içerisinde bu ve buna benzer cümlelerle karşılaşacağız sanırım tribünde. Parasını vermiş, biletini almış, kendisi için görsel bir şölen beklentisine girmiş bu kişiyle sık sık karşılaşacağız.

     İyi de, durup dururken nedir bu adamın derdi ? Neden bizleri kaldırıyor durduğumuz yerden ? Ayrıca bizler oturmuyoruz ki zaten, bir de "ayakta maç izlemesini seven bir avuç insanız" onlara göre...

     Malum, herkesin bildiği 6222 sayılı bi kanun var. Sporda şiddet varmış vs. Yani çoğumuz da bilmiyoruz aslında bu, nedir ne değildir filan ? Sadece basındaki elit, şakşakçı yazarların zırlaması gibi geldi başta ama, durum olduğundan daha ciddi görünüyor. Şöyle ki;

-Yasanın yürürlüğe girmesiye birlikte herkesin aldığı bilet üzerinde; adı, soyadı, TC kimlik numarası, telefonu, ev adresi ve fotoğrafı bulunacak. Bu sayede, spor müsabakalarında çıkabilecek herhangi bir olaya karşı, suçlu kişiler yüksek çözünürlüklü kameralardan tespit edilip, haklarında yasal işlem başlatılabilecek. Buradaki asıl sıkıntı aslında şu; biletinin gösterdiği yerde bulunmayan -ama hiçbir olaya da karışmayan masum insanlar- sadece olması gerektiği yerde olmadığı için hakkında yasal işlem başlatılabilecek.

-6222 sayılı kanuna göre; tribünde rakip takımı, hakemi protesto etmek suç sayılıyor. Protesto etmek lafını biraz açarsak; ıslıklamak, münferit şekilde küfür etmek, yuhlamak da protesto eyleminin içine giriyor. Sanki toplum olarak gündelik hayatta birbirimize karşı çok medeniymişiz gibi bir algı var herhalde. Mesela, metrobüs kuyruğunda küfür etmiyoruz hiç ya da fabrika grevdeyken ıslık çalmıyoruz, yuhlamıyoruz protesto için. Gündelik hayattaki bu ve buna benzer tepkiler gayet doğaldır, olması gereken budur. Ama bunları yapan tribündeki kişiler olunca nedense bir feveran yükseliyor elit yöneticilerden.

-İşin bir de toplumsal ve endüstriyel boyutu var tabiki. Günümüz futbolu, önü alınamaz bir şekilde endüstriyelleşmeye devam ediyor. Eskiden tribünlerde meşale vardı mesela. Sonra nedense yasaklandı. "Tehlike arz ediyormuş. yangın çıkarmış mazallah, filan" vs. Şimdi ise tribünlerimizdeki elit ve zengin seyircilerimiz, içtikleri "büyükleri" yolluyorlar localarından sahaya. Biletler de maç günü gişelerden çıkardı satışa. Uzun kuyruklar oluşurdu Sami Yen etrafında. Kapalı tarafındaki Yeni Açık gişesi biraz daha sakin olur hadi oraya gidelim denilirdi. Sonra karaborsa var dediler, karaborsayı bitireceğiz dediler. Poşetler içinde biletler geliyor dediler; taraftar kart, bonus kart, kart da kart dediler. Karaborsa yine bitmedi. Sadece bu işi yapan insanların sosyal statüsü değişti. İnternet ortamlarında 100 liralık bileti 600 liraya satanlar cesaretlendi, bu işi açıktan yapmaya başladılar.

     Aynı zengin ve elit seyircimiz, maça 10 dakka kala çayıyla, kahvesiye gelmeye başladı stada. Zaten maç boyunca oturarak izlediği için kendisinden bir beklentimiz yok ama, iki elini birbirine çarpmaktan aciz olması anlaşılabilir bir durum değil maalesef. Buna rağmen; kendisi bekliyor ki, takım gol atsın ben de sevineyim, paramın karşılığını alayım. Ama gol gelmeyince de, o bağırmayan elit seyircimiz var gücüyle kendi oyuncusunu ıslıklıyor. Skor ne olursa olsun maçın bitimine 10 dakika kala stadı terkediyor. Malum yarın iş var, okul var hem metro kaçar naparız bu soğukta diyor. Tüm bunlara rağmen o elit abimizin her zaman önceliği var. Çünkü onun parası var. O elit; meşale yakmaz, küfretmez vs.

     Buna karşın takımını gönülden destekleyen, yaz kış demeden takımının maçına giden öğrenci, işçi kardeşimiz ikinci sınıf insan muamelesi görüyor. Stada girerken ayakkabı, don ne varsa çıkartılıyor. Çünkü o tehlikeli: Mazallah meşaleyi donuna filan saklar aramak lazım. Bir de parası yok zaten onun, borç harç bulduğu parayla bi ton eziyetle maça geliyor. Gelmeyiversin efendim ! Bize müşteri lazım, dolar lazım... Ama günü gelince "taraftarımızdan beklentimiz stadı cehenneme çevirsin, rakip oyuncuyu baskı altına alsın" diye bir beklenti oluşuyor bu yasayı çıkaranlar tarafından. O elit abilerle nasıl bi cehennem oluşturursun ? Cidden merak ediyoruz bunu haa...

     Herkes seyirci olsun isteniyor. Tiyatro izler gibi, arada alkış olsun isteniyor. Ama unutuluyor ki, tiyatroda bile ara alkışı denen bişey vardır. Bu elit abiler onu bile bilmiyor !

     İşin sosyal boyutuna gelirsek; bu yasa ile herşeyden önce maçlara giden herkes fişlenecek. Kim hangi takımlı, kaç maça gitti cart curt. Kimileri ne mahsuru var diyebilir. Tabi onlar da haklı telefonların bile dinlendiği bi ülkede yaşıyoruz. Maç için fişlensen ne olacak canım !!!

     Spor büronun; tribünlerde zaten alt grup olduğu, e-bilet olayının bunun yanında bir öneminin olmadığı da söyleniyor tabi diğer yandan. Ne kadar iş işten geçti gözüyle bakılsa da, her yasak bir sonraki hazırlanan yasak planı için zemin oluşturuyor aslında. Tribün insanları, bu yasaklara boyun eğdikçe, kısıtlamaların ardı arkası kesilmiyor. Bu uygulamanın yürürlüğe girmesi halinde, 3-5 sene içerisinde, ayakta maç izlemenin de yasak olmayacağının garantisini kim verebilir ?



7 Ocak 2013 Pazartesi

Öyle işte...



     Şair demiş ya; nerden başlasam ve nasıl anlatsam size, tüm bu kaybolmuşlukların içerisinde, açıl açıl açıl, hadi...

     Nerden girdik bu yola, ne zaman... En ufak bi fikrimiz yok. Sadece sevdana düştü yolumuz, o kadar... Canı, cananı, geleceği bıraktık uğruna; kısacası hayatı... Dönüp bir kere baktıysak anamız avramıdımız olsun...

     Uğruna herşeyi bırakıp, yoluna düştüğümüz gün çocukluğumuzu bıraktık, hayallerimizi... Sadece sen vardın, gerisi boş... Ne okul harcı, ne ana baba tavsiyesi, ne sevgili dırdırırı, ne de gelecek planlaması... Sadece sen...

     Ulan diye başladık sözlere sayende, vefanın bir semt adı olduğu değil, içimizde var olan duygunun canlanması olduğunu bildik. Cepteki son paranın sana ulaşmak için harcanmasını gerektiğini bildik, aç kalmak uğruna...

     Beynimizde kopan fırtınalar hep senin içindi: "Şu pankart şöyle olsun, abi orayı iyi boyayamamışsın" cümleleri hep senin için döküldü dillerimizden... Geceleri uykumuz senin için kaçıp, uyandırdık uykularından sevdiklerimizi "Şunu da yapalım" diye...

     Şimdi, yarın sabah güneş doğacak... Yeni umutlarla, yeni beyin fırtınalarıyla hatta... Önüne geçemediğimiz sarsılmalarla uyanacağız yeni güne. Kimi gerçekleşecek, kimi tozlanıp gidecek geçmişimizde. Baki kalan, sadece senin sevgin olacak...


DEU-DPU ultrAs







6 Ocak 2013 Pazar

Ali Sami Yen !




     Şimdi biri çalsa kapıyı, açsam; "Dostum Sami Yen'i konuşmaya geldim seninle, sabaha kadar dese" acımam siker atarım bütün final sınavlarını. Haa, öyle bedava da konuşturmam adamı. Açarım bi bira, dili damağı kurumasın adamın, anlattıkça anlatsın...

     Yeni Açık'dan Kapalı'ya geçişini anlatsın, meşaleleri nasıl içeri soktuğunu anlatsın, Xamax maçında o tribünler o kalabalığa nasıl dayandı onu anlatsın. 14 yıl sonra gelen şampiyonlukta stadı nasıl süslediklerini anlatsın. Sevinci anlatsın bana; Jardel Milan'a 2. golü atarken nasıl havaya zıpladığını, -Büyük Kaptan’ın bir dizinde buz paketiyle zıplayabilmesi gibi, Suat
Kaya’nın 3-2’lik Milan maçında eşini sarstığı gibi- yanındakine nasıl sarıldığını anlatsın, Bordeaux maçında; ele güne karşı, Sabri’nin son dakika hışmıyla topa vuruşunu, ağlara giden gol sonrası, aynı yolun yolcusu olan Haldun Abi’nin, “Gol bee” diyen sevincini anlatsın…

     Hüznü anlatsın bana… Hamburg maçında Olic'i nasıl tutamayıp, yere  yıkıldığımızı, kollarımızdan tutup kaldıracak bir güç aradığımızı anlatsın. 16 dakika bekleyişimizi anlatsın, "belki" ihtimalini ne kadar sevdiğimizi, 90 dakika boyunca " belli mi olur" deyişimizi anlatsın, Mondragon'un gözyaşlarını,Tomas'ın Song'a sarılışını anlatsın. Gerets'in 40 yıllık Galatasaraylıymış gibi tv'ye bakıp "Hadi olm be" bakışını anlatsın, Hasan Kabze'nin yavşak basına inat, basın tribününde küfredişini anlatsın. Denizli'deki düdüğü anlatsın, o sesin Sami Yen'i nasıl sevince boğduğunu anlatsın. Anlatsın amk, Hasan Şaş'ın bebeğini kucağına alıp, çaresizlikten sahaya çöküşünü anlatsın. Gerets'in son düdükle birlikte yüzündeki zafer ifadesini anlatsın.

     Tv, radyo başında yenecek tırnak bırakmayan milyonların zafer çığlığını anlatsın. Bir çocuğun, babasına sarılıp, utanmadan “Şampiyonuz amk” deyişini anlatsın. O babanın küfre karşı hoş görüşünü anlatsın. Gözyaşlarımızı anlatsın...

     Ben de diyeyim ki; Galatasaray... Ne büyüksün, ne yücesin !


5 Ocak 2013 Cumartesi

Gençlerbirliği Deplase



     Üniversite için ülkenin çeşitli yerlerinden kopup gelen, bu acı tatlı yılları gurbette geçiren herkesin çektiği bir özlem vardır: Aile… En zor zamanlarında, onlardan ayrı kalmanın eksikliğini daha çok hissedersin. Bir yanın hep yarımmış gibi, bazen bir ses, bazen bir bakış ararsın çevrende. Yeni bir çevre, yeni arkadaşlıklar edinmek de kolay değildir. Zamanla belki aradığını bile bulamazsın. O vakit, biraz daha ağır gelir yaşamak bu genç yaşında. Bazense, seni anlayacak, en az ailen kadar yakın, onlar kadar sıcakkanlı insanların olduğu bir yere düşer yolun. İlk günden sahiplenirler seni, sanki kendileriymişcesine. Bizler de herhalde, bu şanslı insanlar arasında yer alıyoruz. İzmir’deki UNI ailesi olarak, en zor zamanlarımızda, olmaz denileni oldurmak için biraraya gelmiş gibiyiz. Ege UNI ve Yaşar UNI ile birlikte omuz omuza vererek, yolları bariyerlere çarpa çarpa da olsa geride bırakıyoruz.

     19 Ekim’de de yolumuz Ankara’ya düştü. Bornova metro durağından başlayan yolculuk boyunca, evinden börek getiren de, makaranın kralına maruz kalan da, kutsal kitap yutmuş çocuk da vardı :) Ankara’ya varınca rotamız öncelikle Anıtkabir’di. Ata’mızı ziyaret ettikten sonra, kahvaltı için yer araştırmasına giriştik. Şurası kapalıdır, orası pahalıdır derken, bi yer bulup karnımızı da doyurduk. Maç saatine kadar beklemeye almıştık artık kendimizi.

     Stadda yerimizi aldıktan sonra da, üzerimize düşeni yapmak adına var gücümüzle bağırıyorduk: “Bizim için gençlere de koyyy, Cimbom koy….” Maçı getirecek beste buydu belki de. Ne yapsak olmadı, 1 puanla ayrılıyorduk Ankara’dan.

     Dönüşte yine yorgun, uykusuz ve aç bir şekilde sızmıştık otobüste. Sevdamızdan bir şey eksilmeden, yine omuz omuza vererek dönüyorduk İzmir’e. Beklemedeydik, bir sonraki buluşmaya kadar…



Karşıyaka Deplase




     Memleketin havasından suyundan mıdır bilinmez, gurbette “toprağım” muhabbeti yapan çoktur. Sanki o “topraktan” bir tanecik kalmışcasına, toprağın kirini, pasağını görmezsin. Bokunu çıkarana kadar seversin onu. Sevmekten de öte, sahiplenirsin. Çok doğru olmasa da, bu biraz anlaşılabilir hale gelmiştir zaman içerisinde. Hatta olumsuz durumlarda, cuk oturan lafları da ortaya çıkarmıştır. Bu durumun bi üst noktası vardır ki, aslında sıkıntılı olan budur: “Hey dostum, biz burada yabancıları sevmeyiz.” Eski kovboy filmlerinden çıkma bu lafı, hemen hemen herkes bilir. Sadece yabancı olduğu için nefret duyulan kimileri de zamanla bu duruma alıştı bu ülkede. Kendine göre savunma taktikleri geliştirdi vs. Ne zamanki “yabancılar” sazı eline aldı, nefret çirkefliğe dönüştü. Masumları, bu oyunun asıl aktörlerini hedef aldı.

     8 Aralık Pazar günü ksk-Galatasaray maçında olanlar malumunuz… Kaybetmeyi hazmedemeyen, gönül verilen renkleri ve gönül verenlerin iradesini sorgulayacak kadar, saygıdan uzak olan insanlar, kendilerine tribüncü diyen zavallılar, “sahaya indi.” Oyunu soğuttu, yenilmemek için çamura yattı. Eşit şartlarda dövüşmeyi bile beceremedi. Nefret duygusunu bile en aşağılık şekilde gösterdi. Kendilerine hedef olarak, sahadaki sporcuları seçti. Attığı çakmak, para vs. kendisine gelince de, “şikayetçiyim amirbey” diyerek şark kurnazlığına büründü. “Oyunu” kuralına göre oynamayı bile beceremedi.

     Maçı kazanınca da, yine devam etti çirkefliğine. En çok şaşırdığımız şey, nasıl oldu da içlerine sindirdiler bu “zaferi.” Yabancıyı alt etmenin, bel altı vurmak olduğunu ilk kez görmüyoruz. Ama bu durumun karakterlerine sirayet etmiş olması hayret verici.

     O karakterlerin unuttuğu bir şey var ki, her deplasmanın bir İstanbul’u vardır. Siz İstanbul’a gelene kadar, bu karakterlerinizi muhafaza edin. Çünkü, İstanbul’dan döndüğünüzde artık muhafaza edecek bir şeyiniz kalmayacak.

     8 Aralık 2012 / ksk- Galatasaray'ımız / 72-69

4 Ocak 2013 Cuma

Aliağa Deplase



      İzmir'in kuzeyinde bir yer Aliağa... Biraz soğuk, oldukça sakin, İzmir gibi görünmeyen bir yer. Basketbol takımıyla bir kulüp kültürü oluşturmaya çalışan insanların olduğu bir yer. Her gittiğimizde rahat hareket ettiğimiz, "deplasman" kavramını yaşamadığımız, üstüne onlara deplasman havası yaşattığımız bir yer. Bu sene ise, ilkleri yaşayan takımımızı yine aslanlar gibi destekledik İzmir'in kuzeyinde Aslan Yürekliler olarak. Nisan'ın 29'unda ise İzmir, hem Galatasaray'ımızın yeni bir zaferine, hem de Galatasaray tribünlerinin gövde gösterisine sahne oldu.

       29 Nisan 2012 / Aliağa 83 - 85 Galatasaray'ımız

Arkas Deplase



     15 Şubat 2012 tarihinde, İzmir Halkapınar S.S'nda Arkas Spor ile Türkiye Kupası'nda karşılaştık. Profesyonel tribüncülere karşı; amatör ruhumuzla, arma sevdamızla Galatasaray adını haykırdık.
Maça gelince; tabi ki kazandık: 2-3 !